Ercüment Ekrem Talu Yine Parasızlık Hikayesi
Ercüment Ekrem Talu Yine Parasızlık Hikayesi
YİNE PARASIZLIK
—Torik Necmi Amerika’da içki kaçakçılığı yapıyor—
Ben keşke Torik’i böyle netameli işlere burnunu sokmaktan vaz geçireymişim! Koskoca emniyet örgütü mükemmel, Amerika gibi memlekette adama içki kaçakçılığı ettirirler mi? Hele buraya yeni gelmiş; dil bilmez, yerliden kimseyi tanımaz bir yabancıya, hele hele bizim Torik Necmi gibi toy, patavatsız bir herife göz açtırırlar mı? Bana sunduğu dolarlar hesapça gözlerimin önüne bir gaflet perdesi çekmış olacak ki ben kendisini üstü kapalı hoş da görmüştüm.
Fakat çok sürmedi, kokusu çıktı.
Ben, akşam üzeri, otelin altındaki barda Meşhedî ile oturuyordum. Gündüzden Newyork sokaklarında hayli dolaşmış, gözlerimize, daha doğrusu benim gözlerime garip görünen birçok şeyler seyretmiş, bu nedenle de hayli yorgun düşmüştük. Şimdi de barda, bir kadeh buzlu madensuyunun karşısında yorgunluk çıkarıyorduk.
Buranın adı «bar» dı. İçkiyle ilgili, tezgahında, eskiden kalma çerçeveli ilânlardan başka bir şey görmezdiniz. Buraya gelenler, sade o ilânlara has retle bakıp yutkunurlar ve arkasından birer bardak sodalı limonata, ya da bizim gibi madensuyu üe nefis körletirlerdi.
İşte biz burada oturuyorduk. Benim arkam kapıya dönük. Meşedî ise tam kapıya karşı bulunuyordu. Birden, ileriye doğru dikkatle baktı:
Çekkirge’fendi! dedi, ille kapıdan biri geçüptür. Özüm Torik’e benzetmişem. Zannım bizleri arar.
Başımı çevirip baktım. Sahiden Necmi’ye benzeyen bir adamın, iki elini çerçeve yaparak, camdan içeriye doğru göz gezdirdiğini gördüm. O olup olmadığını iyice kestirmeğe çalışırken, bakışlarımız karşılaştı. O zaman daha kesin olarak tanıdım ve birkaç saniye sonra, Necmi telâşlı telâşlı karşımıza dikildi. Bizim konuşmamıza meydan bırakmadan:
Beybaba! dedi, benim pasaportum sende kal- dıydı. Hemen şimdi bana uçlan!
Ne oluyor?.. Ne yapacaksın?
Ölüsü kınalı kamarot beni mandepsiye (tuzağa) bastırdı. Vapurdan dört sandık konyak çıkarırken, siviller enseledi.
Haniya, nerede?
Sandıkları aldılar, sonra da benden adres sordular. Bereket ki buralarda sokakların adı yok : Alayı numaralı… Ben de aklıma gelen numarayı attım.Senin adını filan sormadılar mı?
Sordular. Bir kofti (yalan) de onun için attım.
Ne dedin?
Onların anlayacağı gibi bir isim söyledim: Müsyü Karnaval!
Bu da nereden aklına geldi?
«Aval» dan! Herifleri karşımda enayi pilakisi gibi görünce «aval» dan başka bir laf bulamadım ki… Bir defter çıkardılar, yazdılar, çizdiler, bıraktılar.
E, şimdi pasaportu ne yapacaksın?
Budala mıyım, burada oturayım?. Yarın şıp diye tuttular mı, haydi kodese! ömrüm oldukça maydonoz tarlası gibi gölgede mi yaşayacağım? Sen şimdi masalı bırak da bana çabuk pasaportumu ver. Ben tüyeyim. Paralar sana anamm ak sütü gibi helâl olsun. Bende idare edecek kadar mangiz var.
Canım, hele dur bakalım. Belki işi tatlıya bağlarız. Gider, Moiz Efendi’nin aracılığını rica ederiz. O buranın kodamanlarından birkaçını elbette tanır. Senin yabancı olduğunu, Amerika’da içki yasağı olduğunu bilmediğin için böyle yanlışlıkla bir iştir gördüğünü söyletiriz de belki affettiririz.
Torik, her nedense bu sefer çok korkuyordu:
Sen bilirsin, Beybaba! dedi. Lâkin herifci- oğullanna dinletemez de ben bu sefer de kodesi boylarsam, işim dumandır!
Neden?
Neden olacak? Şu binalara dikiz et, bak1 Her biri Revan Kalesi gibi! Nah, bu kalınlıkta duvarlar… Burada, mapushane duvarlarını adama zor deldirirler.
Ha, telâşının sebebini şimdi anladım!
Ne zannettindi ya?.. Ben heriflerin elinden kurtulup da bu yana dümeni kırdığım vakit, yolda hep bu hesapları yapıyordum.
Yok, yok… Merak etme! Hapse girmezsin.
Allah versin, dediğin olsun! Benim gönlüm pek o kadar rahat değil.
Torik’i biraz daha yatıştırmağa yardım edecek sözlerle nihayet kandırabildim. Fakat doğrusu ben de korkuyordum. Bu konuda Meşedî’nin de benimle ortak olduğunu bakışlarından anlamıştım. O mübarek, Torik’le bizim biraz önceki konuşmamıza karışmadığı halde, artık mesele kapanıp da lakırdıyı başka bir konu üzerine aktardığımız sırada damdan düşer gibi çıkışmağa başladı:
Behey pedersohte (edepsiz), behey hane- harab (evi yıkılası), arsız, hayasız kişi!.. Ne mene insan kimin durmayıp, beyle herzehar (saçma söyleyen) olupsen, ha?.. Özün kimin bedmaye (mayası kötü) görmemişem. Hemmizin başıne belâ diye hardan peyda oldun?
Torik, Meşhedî’nin bu münasebetsiz azarlamasına kızdı:
Yavaş gel, moruk! dedi. Vakitsiz racon kesecek yerde, git de marpuçunu em. Sandığın ayna tahtası gibi olur olmaz gıcırdama, sonra senin azı- larını kerpetensiz sökerler. Katalavis (anladın mı?) hacı baba?
İster istemez aralarına girdim. Zaten Meşhedî susmuştu. Torik de sözümü dinledi, lakırdıyı kesti.
Ben ertesi sabah gidip de Antikacı Moiz’i bulmayı düşünüyordum. Olsa olsa bu son vartadan Torik’i o kurtarabilirdi. Fakat buna meydan kalmadı.
Erkenden kapım vuruldu, açtım. Karşıma otelin kapıcısı çıktı. Saygılı bir tavırla beni selamlayıp dedi ki:
Efendim! Lütfen aşağıya, salona iner misiniz?
İneyim, peki! Ama niçin?
Mahallenin şerifi (polis amiri) geldi. Sizinle görüşmek istiyor.
Mahallenin şerifi mi? Ne münasebet?..
Bilmiyorum efendim.
Şimdi gelirim. Biraz bekletiniz.
Kapıcı gitti. Odanın içinde «Turnam» şarkısını mırıldanarak dolaşmakta olan Torik, canımın sıkıldığını halimden anladı. Sebebini sordu.
Ne olacak? dedim. Polis komiseri gelmiş, benimle görüşmek istiyormuş.
Kumser mi? öyle ise ben caddeyi tutuyorum… Kusura bakma!
Yok. Sen burada otur, beni bekle. Bakayım, ne görüşecek?
Zavallı Torik’in o anda suratını görmeliydi. Bana öyle komik bir bakışla baktı ki ciddiyetimi tutamayıp güldüm.
Evet! dedi, sen güler, alay edersin. Beni birazdan el ense edip içeriye tıktılar mı yine gül e mi? Geçmişini kalayladığım kamarotu! Beni pisi pisine yaktı.
Torik’i kendi haline bırakarak, en aşağı kata, salona indim. Orada bekleyen soğuk fakat nazik tavırlı bir adamla karşılaştım. Kendimi tanıttım ve:
Benimle görüşmek istemişsiniz!, dedim.
Evet, dedi, effedersiniz, rahatsız ettim. Lâkin vazife icabı… Sözünü kestim:
Şüphesiz! Fakat ziyaret sebebiniz, öğrenebilir miyim?
Siz İstanbul’dan gelme, Çekirge Efendi değil misiniz?
Oyum.
Yanınızda orta boylu, esmer, zayıf, adının Mister Karnaval olduğunu söyleyen, fakat otelin yolcu defterinde «Necmi» adıyla kayıtlı birisi var mıdır?
Vardır.
Memur, cebinden bir küçük defter çıkardı, yapraklarını karıştırdı ve:
Bu bay, dedi, Birleşik Devletler kanunlarına aykırı hareket etmiştir.
Ben bilmezlikten gelerek, sordum:
Ne gibi?
Elimizdeki rapora göre bu kişi, içki kaçakçılığına girişirken yakalanmış sonra yanlış kimlik ve adres vermiş.
Acayip! Hiç zannetmem. Üzülerek söyleyim ki bu olmuştur.
Mister
Karnaval Necmi suçüstü yakalanmıştır.
E, şimdi?
Şimdi, işlediği suç henüz teşebbüs niteliğini aşmadığı için kendisinin mahkemeye verilmesine lüzum görülmemiştir. Yalnız…
Evet, yalnız?.
Beş yüz dolar para cezası verecektir.
Beş yüz dolar mı?
Evet! Vermek istemezse iş başkalaşır.
Başkalaşır da ne olur?
Kendisini alır, Bayındırlık Bakanlığı’nın emrine veririz.
Bayındırlık Bakanlığı ile bu işin münasebeti?
Orada onu çalıştırırlar. Meselâ yollarda, yahut şimendiferlerde çalışır, kazandığı gündelikten, para cezası mahsup edilir.
Aşağı yukarı ne gündelik verirler acaba? Affedersiniz, bu soruları sormaktan maksadım. Mister Karnaval Necini fakir bir adamdır da…
Ne zararı var, efendim? Elbette sorabilirsiniz. Mister Necmi günde bir, bir buçuk dolar kadar alır.
Kafamda hızlı bir hesap yaptım. Torik’in para cezasını ödemesi için en aşağı bir sene çalışması gerekiyordu. Öte yandan bu parayı verdik mi, ağzımızı poyraza açarak, fülüs-ü ahmere (bakır para) muhtaç bir halde Newyork kaldırımları üzerinde kalacaktık. Bununla beraber bu son ödeme yoluna katlanmak bana zorunlu göründü. Zaten elimizdeki para Torik’in kendi alnının teriyle kazandığı bir paraydı. Bunun üzerinde ne benim, ne de Meşhedî Cafer’in hiçbir hakkımız yoktu. Hoş, bu parayı da elden çıkarınca muhakkak perişan olacaktık. Fakat kadere boyun eğmek, daha Paris’teyken bizden yüz çeviren talihin bu yeni cilvesine teslim olmak kaçınılması mümkün olmayan bir durumdu. Şerife beni biraz beklemesini rica ederek odama çıktım, işi, beni sabırsızlıkla bekleyen Torik’e anlattım. Bavulumun içinde gözüm gibi sakladığım paraları alıp tekrar aşağıya indim, memura uzattım. Aldı, zaten önceden hazırladığı makbuzu bana verdi, hoşça kaim deyip oradan ayrıldı.
Biz artık, on parasız, sipsivri ortada kalmıştık. Üçümüzün de ceplerimiz yoklansa, otelde hatta bir gecelik daha geçirebilecek kadar para çıkmazdı. Meşhedî bu duruma her zamanki gibi ilgisiz kaldı. Dünya yıkılsa, herife vız geliyordu. Eliyan’m hatıra- sıyle kendini kapıp koyvermişti. Saatlerce, günlerce, kalyanımn marpucu ağzında, bakışlar dalgın, ağız açmadan, hiçbir halimizle ilgilenmeksizin, bir köşede oturuyordu. Fakat biz, hele ben, münasebetsiz şeyler yemiş ispinoz kuşu gibi düşünüyor, geleceğimizi karanlık görüyordum.