Soyutlama Kuramı Hakkında Bilgi
Soyutlama Kuramı Hakkında Bilgi
Soyutlama Kuramının Genel Özellikleri
Soyutlama Kuramı Nedir
Soyutlama Kuramının Temsilcileri
Wilhelm Worringer’in batı estetik anlayışı doğrultusunda sistemleştirdiği soyutlama kuramı, özdeşleyim (einfühlung) ile bir arada değerlendirilmiş, hatta biri diğerinin karşıtı olarak değerlendirilir. Özdeşleyim ve soyutlama, Worringer’in düşüncesine göre birbirlerini dışlamasıyla yani birinin diğerini dışarıda bırakmasıyla meydana gelir. Bu düşüncenin temelinde mimesis (yansıtma/taklit/kopya) düşüncesi yer alır. Oysa Doğu ve îslâm sanatları tam tersine tecride (soyutlama) dayanır. Worringer’in anlayışına göre özdeşleyim kuramında özne kendisini bir başka nesnede yok ederken bir dönüşüm yaşar. O artık ‘ öteki’dir. Soyutlamada ise nesneyi dünya tablosunun gösterdiği bütün zamansallık ve tesadüfîlikten kurtulmalım yetkin insan için biricik düşünülebilir ifadesi olarak algılar. Fakat bu görüş İslâmî edebiyat için geçerli olan soyutlama kavramı söz konusu olduğunda tam manasıyla geçerli olmaz. Zira Worringer’in referans noktası bir furya halinde Avrupa’da yaygınlaşan natüralizmdir. Daha çok resim sanatını bağlayan bu anlayış batılı anlamda sanat ürünlerine uygulandığında karşılık bulur.
Özdeşleyim ne kadar batılı ise soyutlama da o kadar doğuludur. Zira özdeşleyim insanın dış nesnelerle, dış dünya ile kurduğu bir çeşit “bir olma” ilişkisidir. Halbuki soyutlama, insanın maddeden tecrid edilmesi, onunla ilişkisini mümkünse kesmesi ya da olabildiğince aza indirgemesidir. Soyutlama, dışarıda bıraktıklarıyla, bırakabildikleriyle mümkündür. Zira her nesne bu anlamda insan için bir yük (bâr-ı belâ)tür. Tasavvuf yolcusunun dünya nimetleriyle, nesne ve unsurlarıyla ilişkisini kesmesi gibi sanatçı da yazmsal metninde olabildiğince fazlalıkları atarak daha soyut ve öz bir hedefe ulaşabilir. Doğulu sanatçı nesnelere yaklaşarak değil, onlardan uzaklaşarak eserine vücud verebilir.
İslâm sanat ve edebiyatında özellikle de Divan edebiyatında soyutlama bilhassa aşk anlayışında ortaya çıkar. Divan edebiyatında insansız bir aşk anlayışı geliştirilmiştir. Aşk divan edebiyatında insandan soyutlanmıştır. İnsan bu anlayışta içi boşaltılmış, nefsi arındırılmış bir figür olarak vardır. Karagöz perdesindeki figür neyse Leyla ile Mecnûn mesnevisindeki Leyla ve Mecnûn figürleri de aynıdır. Zira bu figürler hiçbir zaman sıradan insanın aşk anlayışını betimlemez. Çünkü nefsleri yoktur. Bir mesnevi boyunca iki karşı cinsin bir kez bile sarıldıkları, el ele tutuştukları görülmez. Zira bu aşk anlayışı nesne ve özneden soyutlanmıştır. Leyla ve Mecnûn aşkın, aşk kavramının nesneleridir ve birer insan olarak hiçbir yaratıcı ve belirleyici özellikleri yoktur. Tasavvuf bu aşk anlayışını kullanmakta gecikmez. Tıpkı Eflatun’da olduğu gibi onlara aşkın kaynağı ve hedefi olarak Tann’yı gösterir. Bu bakımdan Divan edebiyatının benimsediği aşk, içi boşaltılmış figürlerini bu dünyadan alan Platonik (Eflatunvari) bir aşktır. Kökeni ise insanın kaybettiği ‘yitik cennet’ kavramında aranmalıdır. Cennette yasak meyveyi yiyen insan bunun kefareti olarak dünyada kendisini böyle bir ilişkiden mahrum bir aşk anlayışım dillendirmeyi ‘yitik cennet’ine kavuşmak için bir çıkar yol olarak görmüştür.
Aşkın bir üst ve yüce kavram olarak insandan soyutlanması şairi onu temsil edecek semboller aramaya yöneltmiştir. Tabiatta en çok rastlanan gül-bülbül, şem-pervane ilişkisini bu soyut aşkın sembolleri olarak kabul ettiler. Sezai Ka- rakoç meseleyi şöyle değerlendirir: “Klasik şairler ve yazarlar, doğadan aldıkları mum pervane motiflerinden bir soyutlama ile İnsanî psikolojiye ve onun en yüce hali olan ‘aşk’ kavramına ulaşıyorlar; oradan da metafizik âleme, Tann’ya, vücûd birliği görüşüne, Tanrı aşkından yok olmaya ve o sevgide yeniden ve ebedî olarak dirilmeye çıkıyorlar.” (Aktaran: Kolcu, 2008: 187) Kurulan paradigma temelde yanlış fakat ifade edilmek istenen soyut aşk anlayışına uygundur. Semboller genel bir aşk anlayışını anlatmak için değil, soyut bir aşkı anlatmak için seçilmiştir. Bir yandan bir hayvan-kuş, diğer yandan bir bitki-gül aynı aşkı terennüm edecekler, sevgili rollerini yükleneceklerdir. İnsanlar bir bitki ile bir hayvanın aşkında kendi ruhlarının serüvenini takip etmeyi deneyeceklerdi. Bir yandan şem-mum, diğer yandan pervane-kelebek aynı soyut aşkı tecessüm ettireceklerdir. Paradigma yanlış kurulunca sonuçlan da yanlış olmuştur. Bu aşk anlayışı hiçbir zaman hayata aksettirilemedi ve bir ‘mesel’ gibi kaldı. Fakat bu aşk anlayışının İslâm sanatının bir kolu olan soyutlamaya hizmet ettiği de yadsmamaz.