
Şiir ve İnşa Makalesi Hakkında Bİlgi


Şiir ve İnşa Makalesi Hakkında Bilgi
Şiir ve İnşa Makalesi Nedir
Şiir ve İnşa Makalesi İçeriği
Ziya Paşa, Batılı anlamda gelişmeye başlayan edebiyatımızın ilk akla gelen isimlerinden biridir. Ziya Paşa, şairliğinin yanı sıra düşünceleriyle yeni edebiyatın kuruluşuna önemli katkılarda bulunmuştur. Dil ve edebiyatımız hakkındaki görüşlerini içeren ünlü “Şiir ve İnşâ” makalesini Londra’da Hürriyet’in 7 Eylül 1868 tarihli 11. sayısında yayınlar.
“Şiir ve İnşâ” makalesine, o günün şartlarında eğitim görmenin nazım ve nesirde güzel yazmayı öğrenmekle aynı anlama geldiğini böyle bir konuyu niçin ele aldığım belirterek başlar. Şiirin genel bir tanımını yapar. Ona göre şiir, “kelâm-ı mevziin “dur; yani vezinli sözdür. Şiirde önemli bir mesele olagelen kafiyeye değinir ve eski Yunanlıların, yalnız vezni esas alarak kafiyeye önem vermediklerini ifade eder. Şiir sanatım, eski Yunan ve Latin edebiyatlarına kadar giderek, kaynağından ele almak isteyen Ziya Paşa, şiirin her toplumda görülen tabiî bir sanat olduğunu ve her milletin kendine özgü bir şiiri bulunduğunu belirtir.
Bu noktadan hareketle “Osmanlıların şiiri nedir?” sorusuna yanıt arayan Ziya Paşa, “NecatiBaki, Nef’i divanlarında görülen, aruzun çeşitli kalıplarıyla yazılmış kasideler, gazeller, kıt’alar ve mesneviler midir? Yoksa Hoca ve Itrî gibi musikişinasların besteledikleri Vâsıf ve Nedim ’in şarkıları mıdır?” diye sorar. Hiç birini Osmanlı şiiri olarak kabul etmeyen Ziya Paşa, Osmanlı şairlerinin İranlıları, İranlıların da Arapları taklit etmeleri yüzünden ortaya melez bir şey çıktığını söyler. Hatta Osmanlı şairlerini kendi şiirimizi geliştirmeyi hiç düşünmedikleri için suçlar.
Ziya Paşa’nın Osmanlı şiirine dair söz konusu yargısı iki açıdan hatalıdır. İlkin, küçümseyici bir tavırla karşı çıktığı şarkı formuna dair yanılgısından söz etmek gerekir. Şarkı, divan edebiyatında Türk şairleri tarafından geliştirilmiş millî bir nazım şeklidir. Özgün bir nazım biçimi olan şarkının kronolojik gelişimine ait bir hata da söz konusudur. Çünkü 14 ve 15. yüzyıllarda yaşamış olan Hoca Abdülkadir Meragi ile 18. yüzyıl başında ölen Itrî’nin, kendilerinden çok sonra gelen Vâsıf ve Nedim’in şarkılarını bestelemeleri mümkün değildir, ikinci olarak, şiirde taklit geleneğini eleştiren Ziya Paşa, Osmanlı şairlerinin îranlıları, onların da Arapları taklit ettiklerini söyleyerek, aynı kültür havzasında bulunan milletlerin kültür ve sanat alanlarında paylaşımda bulunmasının doğallığını görmezden gelmiştir. (Banarlı, 2001: 872)
Ziya Paşa, nesir yerine kullandığı inşâ alanında da durumun şiirdeki gibi olduğunu belirtir. Ona göre Feridun, Veysî ve Nergisî’nin eserlerinde ve başka münşeatlarda üçte bir Türkçe kelime bulunmadığı görülür. Bu eserler süslü bir edebî üslûpla yazılmıştır ve bunları okumak için Kamus ve Ferheng gibi büyük sözlüklere bakmadan okumak ve ciddi bir biçimde zihin yormadan anlamak oldukça zordur. Ziya Paşa’ya göre eski şiirimiz gibi, eski nesrimizin de anlaşılması güçtür. BabIâli’deki yazışmaların, anlaşılmaz ibarelerle doldurulduğundan şikâyet eden Ziya Paşa, bunun suçunu, kâtiplere yükler. Bu arada, eski ve yeni nesri karşılaştıran Ziya Paşa, eski nesirde Arapça kelimeler ve hatalı ibareler bulunmakla birlikte iyi-kötü bir anlam çıkarıldığını kabul eder. Şimdi ise, ferman, mektup vd. resmî yazışmalarda öyle cümleler görülür ki, asıl anlamın ne olduğu belli değildir, işin garip tarafı, anlaşılmayacak ifadeler kullanmanın “hiisn-i kitâbet ”ten sayılmasıdır. Nazım ve nesrin bu duruma gelmesini, 19. yüzyıldan öncesine dayandıran Ziya Paşa, Osmanlının kuruluşundan beri, dilde taklit hatasına düşüldüğü görüşünü yineler ve Anadolu’da yetişen bilginlerin bu konuda gereken ilgiyi göstermediklerinden yakınır. Dilin, belirli kurallarına bağlanmayıp, eline kalem alan herkesin keyfince kullanımına bırakıldığı yerde, devlet işlerinin nasıl aksadığına dair çarpıcı örnekler verir. (Donbay, 2001: 186-187)
Yazı bilmekle kâtipliğin birbirinden farklı olması, Ziya Paşa’yı şaşırtan bir husustur. Böyle bir durumla başka dillerde karşılaşılmazken bizdeki durum oldukça gariptir. Bizde kâtip olabilmek için, yazıyla birlikte birçok şey daha bilmek gerekir. Öncelikle Türkçe imla bilinmelidir, ancak en güç şey budur. Çünkü zamanında, dilimizin bir sözlüğü hazırlanmadığı gibi, başka dillerden alman kelimeler az çok değiştirilerek kullanılmış, imlayı öğrenmek isteyenler bunlardan hangisine uymak gerektiği konusunda şaşkınlığa düşmüştür. Son yirmi yıl içinde, Bâbıâli’deki memurların her biri canlı bir sözlük olmak hevesine kapıldığı için, kimisi (yâ) ile “bildirir”, kimisi (yâ)sız “bildirir” yazmaya başlamışlar, bu durum küçük kâtipleri daha da şaşkına çevirmiştir.
Türkçe imladan başka, Arapça-Farsça imlanın da bilinmesi gerektiğini işaret eden Ziya Paşa, son olarak memurların çalıştıkları Kalem Terinde birkaç yıl deneyim kapanmalarının önemini vurgular. Bu yapılmadıkça gerçek anlamdaki yazmanın, Paşa’nın deyimiyle, “idügine”yi “olduğuna” ya bağlamanın yolu bilinemez.
İşte bütün bu nedenlerden dolayı, gerek şiirimiz ve gerekse nesrimiz son derece geri kalmıştır. Yazı tarzının kötülüğü yüzünden, büyük eserlere imza atan kişilerin çoğu, Kalem Terindeki görevlerini tam anlamıyla yapamamış; Ali gibi, Müşfik gibi birçok cevher, kendilerine layık olan saygıyı göremeyerek, kimi delirmiş, kimi de içkiyle ömrünü yitirmiştir. Bu durumda, normal ölçüde ve kendimize ait bir şiir ve nesrin var olduğunu söylemek doğru değildir.
Oysa Ziya Paşa’ya göre, bizim kendimize özgü bir şiirimiz ve nesrimiz vardır. Bu şiir ve nesir, taşrada ve İstanbul’da halk arasında hâlâ olduğu gibi durmaktadır. Bizim şiirimiz, divan şairlerinin ölçüsüz diye beğenmedikleri avam şarkıları ve taşrada çöğür şairleri arasında “deyiş”, “üçleme” ve “kayabaşı” diye anılan manzumelerdir. Bize özgü nesrimiz de Kamus adlı Arapça sözlüğü Türkçeye çeviren Mütercim Asım’ın izlediği rahat ve temiz yazış tarzıdır. Yine bize özgü şiir odur ki, şair, azıcık düşündükten sonra, kendini zorlamadan hemen o anda kırk elli beyit yazabilmelidir. Millî yazarlık odur ki, eli kalem tutan bir kimse düşüncelerini iyi-kötü kâğıt üzerine geçirebilmelidir.
Ziya Paşa, makalesini şu gerçeği dile getirerek bitirir: Şiir ve nesirdeki bütün bu eksiklikleri gidermek için, tabiî olmak ve kendimize yönelmek gerekir.
“Türk edebiyatı tarihçileri arasında “yeni edebiyat” yaklaşımlarının doğuşu kapsamında ele alman ve folklorcular tarafından pek iltifat görmeyen bu yazı aslmda Osşian veya Herder çizgisinde romantik bir öze ve köye dönüş çağrısı yapan manifesto nitelikli bir makaledir.” nitelemesi ile Şiir ve İnşâ’yı daha farklı bir gözle okuyan Öcal Oğuz, Ziya Paşa’nm bu makaledeki görüşlerinin kaynaklan ile ilgili şu belirlemelerde bulunmaktadır: “Ziya Paşa yazısında her ne kadar folklor terimine yer vermemiş ve Avrupa’daki folklor çalışmalarından ve bu çalışmaların öncü isimlerinden söz etmemiş ise de, söylediklerinin tamamı, gazetelerini çıkardıkları İngiltere’de Ossian takma adıyla halk şiiri tarzında yazdığı şiirlerle gerek adada gerekse ana karada ossianizm akımının doğmasını sağlayan J. Macpherson ile aynı çizgidedir. Ziya Paşa’nın fikirleri Ossian akımını benimseyen Herder’in bir milletin öz kültür değerleri köyde ve köylüdedir anlamım içeren “halk ruhu” yaklaşımı ile de birebir örtüşür. Dolayısıyla, Ziya Paşa’nın Türk şiiri ve nesri için söylediği bu öncü sözler, Batı Avrupa folklor tarihinden soyutlanarak Osmanlı devleti içinde bir edebiyat tartışması olarak ele alınamaz. Daha açık söylemek gerekirse bu makale adı konulmamış veya kimi nedenlerle belki de bilerek telaffuz edilmemiş bir folklor manifestosudur. Ziya Paşa’nın Londra’da çıkardığı gazetede Necati, Baki, Nef’i, Nedim ve Vasıf gibi güçlü divan şairlerinin şiirlerinden bahsederken “bunların hiçbirisi Osmanlı şiiri değildir” şeklinde dönemi için bir hayli cüretkâr ifadeler kullandıktan sonra, İstanbul’a dönünce yazdığı Harabat’ta bütün bu fikirlerinden vazgeçtiğini açıklaması, folklor terimini kullanmak için Osmanlı devletinde şartların henüz olgunlaşmadığının bir diğer kanıtı olarak görülebilir. Zira Batı Avrupa’daki folklor çalışmaları edebiyatın ne olduğu veya nasıl olması gerektiğinden çok, ekonomik, kültürel ve siyasal alanda iktidar erkinin el değiştirmesi ekseninde yürümüş, burjuva sınıfının doğuşu, sanayileşme, sömürgelerden akan kaynaklarla ulus ve halk kavramları birçok açıdan güç kazanmış, folklor çalışmaları da bu sosyolojik tabandan destek almıştır. Oysa bu dönemde Osmanlı Türk toplumu gerek buıjuva sınıfının ortaya çıkışı, gerekse sanayileşme ve deniz aşın ticaret gibi alanlarda halk tabanmda hareketlenme yaratacak bir gelişme gösteremediğinden folklor alanında üretilen fikirler sosyolojik bir tabana yaslanan analizler olmaktan ziyade Ziya Paşa’da olduğu gibi çeviri düşüncelere ve adaptasyonlara dayanıyordu. Bu dönemde Osmanlı devleti içinde folklor en tutarlı zeminini azınlıklar arasında buluyordu. Zira folklor çalışmaları bir yönüyle imparatorluk kimliğine değil “ulus” kimliğine vurgu yapıyor ve her millet kendi devletini kurmak istiyordu.” (Oğuz, 2013: 9)
Tanzimat’ın önemli karakteristik niteliğinin başında halka doğru yöneliş gelir. Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşâ”da dile getirdiği halk şiirinden faydalanmak gerektiği görüşü, hem Tanzimat’ın söz konusu temel düşüncesine uyar hem de “halkın anlayabileceği dilin kullanılması” ilkesine işaret eder. Ziya Paşa, “Şiir ve İnşâ”dan yedi yıl sonra, Avrupa’dan döndüğü zaman kaleme aldığı Harâbât mukaddimesinde, divan edebiyatını önemsemesi ve Şiir ve İnşâ’daki yenilikçi düşüncelerini yadsıması dönemin aydınlarında görülen zihin karışıklığının yansıması olarak görülebilir. Buna rağmen Ziya Paşa’nın ileri sürdüğü düşünceler hem dönemi hem de edebiyatın millîleşmeye başlayacağı ileri dönemler açısından ufuk açıcı olmuştur.